Veli Beysülen


Barış ile Demokrasi İkiz Kardeştir

.


Geçen hafta bu köşede yayınlanan “ORTASI OLMAYAN İNSANLAR ÜLKESİ TÜRKİYE!” başlıklı yazımda, PKK’nın silah bırakma ve kendini feshetme kararı aldığını, bu kararla Türkiye’nin 40 yıldır süren çatışmaların sonlandırılması için önemli bir fırsat yakaladığını yazmış ve umarım bu fırsat heder edilmez demiştim. Adı geçen yazının bir paragrafında şunları yazmıştım: “İki tarafın tüm kuşku ve endişelerine rağmen, gelinen aşama, 40 yılı aşan çatışmanın sona erdirilmesi hususunda kritik bir eşiğin aşılmasıdır. Ancak siyaset kurumunun bir kısmı, PKK’nın açıklamasından cımbızla çektikleri cümle ve kelimeler üzerinden fırtına koparmakta gecikmediler.”

Evet, geçen hafta yayınlanan yazımda ayrıntılı açıklamaya çalıştığım gibi gerek etnik ve mezhepsel farklılıklar gerekse devleti yöneten siyasetçiler ile siyasi kurumların bu farklılıkları siyaset  malzemesi yapmaları ve ayrıştırıcı dil kullanmalarının ülke insanını uçlara savurduğunu, dolayısıyla Türkiye’nin ortası olamayan insanların yaşadığı ülke olduğunun altını çizmiştim. Maalesef bu nedenle, hep yapıldığı gibi bir kez daha yapılan açıklamadan cımbızlama yöntemiyle niyet okundu ve açıklama bağlamından koparılarak, karşı duruş zemini oluşturulmaya çalışıldı.

Özellikle PKK’nın açıklamasında yer alan, “Partimiz PKK; kaynağını Lozan Antlaşması ve 1924 Anayasası'ndan alan Kürt inkâr ve imha siyasetine karşı, halkımızın özgürlük hareketi olarak tarih sahnesine çıktı.” şeklinde kendisinin ortaya çıkış nedenine dikkat çektiği cümle üzerinden derin derin analizler yapıldı ve bu cümle Türkiye Cumhuriyeti’nin tapu belgesi Lozan Barış Antlaşması'nı reddetmek olarak yorumlandı. Bununla da kalınmadı, Kürt hareketinin Sevr Antlaşması'nı istediği yönünde algı çalışması yapıldı.

Halbuki Kürtler, Sevr’in Kars, Ardahan, Ağrı, Iğdır ile Erzurum ve Van’ın önemli bir kısmını kapsayan genişçe bir bölümünün Ermenistan’a ayırdığını biliyor ve buna karşı çıkıyorlardı. 1919 yılında, Anadolu’ya geçen ve kurtuluş savaşı hazırlıkları çerçevesinde çalışmalar yapan Mustafa Kemal ile arkadaşları da özellikle Erzurum Kongresi sürecinde Sevr Anlaşması ile yaşadıkları coğrafyanın önemli bir kısmının Ermenistan’ın hakimiyetine gireceğini belirterek Kürtleri yanlarına çekmişlerdi. Kaldı ki Kürtler, Sevr’i istemiş olsalar Ankara’nın değil, İstanbul’un yanında yer alırlardı. 

Halbuki PKK burada Lozan Antlaşması sonrası özellikle bölgedeki yeniden yapılanma ile 1639 Kasr-ı Şirin Antlaşması'yla Osmanlı İmparatorluğu ile İran arasında bölünmüş olan Kürt coğrafyasının, Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde kalan bölümünün Lozan Antlaşması'ndan sonra Türkiye, Irak, Suriye arasında bir kez daha parçalanmasının yol açtığı inkâr ve imhaya dikkat çekiyor. Yine PKK bildirisinde, “52 yıllık önderlik mücadelesi Kürt sorununun ancak ortak vatan ve eşit yurttaşlık temelinde çözülmesinin kazandıracağını göstermiştir. 3. Dünya Savaşı kapsamında Ortadoğu’da yaşanan güncel gelişmeler de Kürt-Türk ilişkilerini yeniden düzenlemeyi kaçınılmaz kılmaktadır.” diyerek Türk ve Kürt halklarının demokratik bir ülkede eşit yurttaşlar olarak birlikte yaşamalarının zorunluluğuna dikkat çekiyor.

Öte yandan PKK bildirisinde, 1924 Anayasası'ndan itibaren devletin kurumsal yapısının tek bir etnik kimliğe oturtulduğunu ve bunun sonucu olan inkâr, imha ve asimilasyon politikasının kendisinin ortaya çıkış nedeni olduğunu vurguluyor. PKK’nın 1924 öncesine dikkat çekmesi ise bazılarınca Osmanlı’ya dönüşü istediği şeklinde yorumlandı. Halbuki burada Büyük Millet Meclisi'nin açıldığı 1920 ile 1924 arasını kapsayan Kurtuluş Savaşı sürecinde, 1921 Anayasası ile kabul edilen çok kimlikli yapıya dönülmesinin önemi vurgulanıyor. Kaldı ki Lozan Antlaşması heyetinin başında bulunan İsmet İnönü, ben Türk ve Kürt halklarını temsilen burada bulunuyorum diyerek, iki halkın ortak devleti adına Lozan’da Antlaşma'yı imzalamıştır. Nitekim Antlaşma'nın temel mantığı, iki halkın tek devlet çatısı altında birlikte yaşama iradelerine dayanmaktadır. Bu özelliğinden dolayı, Türkiye sınırları içinde yaşayan Müslüman olmayan halklar azınlık olarak kabul edilip, haklarının korunmasına dair hükümlere Antlaşma'da yer verilirken, Türkler ve Kürtler iki kurucu unsur olarak kabul edilmişlerdir. Özellikle Antlaşma'nın 39. Maddesi yönünden bakıldığında, uygulamada Kürtlere tanınan bazı hakların kullandırılmadığı, hatta yasaklarla engellendiği çok açıktır.  

Evet, Antlaşma'nın 39. Maddesi aynen şöyle: “Müslüman olmayan azınlıklara mensup Türk yurttaşları Müslümanlarla özdeş medeni ve siyasal haklardan yararlanacaklardır.

Türkiye’nin tüm halkı, din ayırt edilmeksizin yasa önünde eşit olacaktır.

Din, inanç ya da mezhep farkı hiçbir Türk Yurttaşının medeni ve siyasal haklardan yararlanmasına ve özellikle genel hizmetlere kabulüne, memurluğa ve yukarı derecelere ulaşmasına, ya da çeşitli meslekleri ve sanatları yapmasına bir engel sayılmayacaktır.

Herhangi bir Türk yurttaşının gerek özel ya da ticaret ilişkilerinde, gerek din, basın ya da her türlü yayın konusunda ve gerek toplantılarda herhangi bir dili serbestçe kullanmasına karşı hiçbir sınır konulmayacaktır.

Resmi dilin varlığı kuşkusuz olmakla birlikte, Türkçe'den başka dil ile konuşan Türk yurttaşlarına yargıçlar önünde kendi dillerini sözlü olarak kullanabilmeleri için gerekli kolaylıklar gösterilecektir.”

Bu maddenin özellikle 4. ve 5. fıkraları iyi incelendiğinde bugün bile "bilinmeyen dil” olarak kayıtlara geçirilen Kürtçe'nin günlük hayatta kullanılmasına olanak tanıyan düzenlemeler yapıldığı çok açık görülmektedir. O zaman Lozan tartışılıyor  diyenlere soruyorum: Lozan uygulanmayınca sıkıntılar yaşanacağını  bugüne kadar neden düşünmediniz? 12 Eylül darbesi lideri Evren, “Bunların yaşadığı bölgede kar çok yağıyor, bunlar karda yürürken kar, kart kurt yaptığı için bunlara Kürt demişler.” derken neden itiraz etmediniz?

Görüldüğü gibi, maddede Kürtçe adı direkt geçmemiş olsa da resmi dil olan Türkçe’den başka dil konuşan Türk yurttaşlarının dillerini serbestçe konuşmalarını ve yazmalarını hüküm atına alıyor.

Tüm bunları yok saymak; 40 yılı aşkın süredir devam ederek on binlerce genç insanın toprağa düşmesine neden olduğu gibi, bu ülke insanın refahı için kullanılması gereken milyarlarca lira kaynağı yutan ve bin yıldır bir arada yaşayan iki halk arasında derin fay hatları oluşmasına yol açan etnik çatışmanın devam etmesini istemekten başka bir şey değildir.

Kuşkusuz daha önceki “Çözüm Sürecinin” akamete uğramasının yol açtığı güvensizlik ve kaygılar mutlaka vardır. Toplumun önemli bir çoğunluğu iktidarın, özellikle Cumhurbaşkanı AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın, süreci tek adam yönetimini tahkim etmek , Cumhurbaşkanlığına bir kez daha aday olmasının önünü açacak anayasa değişikliğini yapmak için kullanacağı endişesi taşıyor. Maalesef toplumdaki genel kanı bu yönde. Özellikle barış sürecini akamete uğratmak isteyen MHP dışındaki milliyetçi kesim bunu alabildiğine kullanıyor.

Peki, Erdoğan’ın ya da başında bulunduğu Cumhur İttifakı'nın böyle bir düşüncesi yok mudur? Bence var. Burada tuzağa düşmemesi gereken DEM Parti'dir. Kuşku yok ki, DEM Parti hatta bir bütün olarak muhalefet bloku, birlikte hareket etmenin yol ve yöntemlerini bularak, Cumhurbaşkanı ile başında bulunduğu ittifakın barışı tek adam yönetimini tahkim etmek için payanda olarak kullanmasının önüne geçmelidir. Zira dün Kürt hareketinin meclisteki sözcüsü HDP/DEM çizgisini siyaset arenasının dışına atmaya çalışan, ülkede kendisine muhalefet eden herkesi terörle iş birliği yapan hainler olarak yaftalayan iktidar bloku, yeni düşman olarak CHP’yi seçmiş bulunuyor.

Nitekim iktidar, 31 Mart 2024 Yerel Seçimlerinde birinci parti olan ve kamuoyu araştırmalarında hep birinci parti çıkan CHP’yi kriminalize ederek siyaset arenasının dışına atma veya itibarsızlaştırma politikası uyguluyor. Erdoğan’a karşı güçlü aday profili olarak öne çıkan İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı CHP cumhurbaşkanı adayı Ekrem İmamoğlu ve ekibini hedef alan operasyonlar hız kesmeden devam ediyor. Kısacası bir yandan barış sürecini yürüten iktidarın diğer yandan iktidarının devamı için erken veya zamanında yapılacak seçimde birinci parti olma ve cumhurbaşkanlığını kazanma potansiyeli bulunlan CHP’ye yönelik operasyonlar yürütmesi ve İmamoğlu’nu suç örgütü lideri gösterme çabasının nerede duracağı belli değil.

Halbuki gerçek bir barışa ulaşmak, cumhuriyetin tüm yurttaşların eşit yaşadıkları gerçek bir demokrasiyle taçlandırılması ile mümkündür. Gerek Abdullah Öcalan’ın 27 Şubat 2025 tarihinde okunan mektubunda gerekse PKK’nın kongre sonuç bildirgesinde, demokratik moderniteye dikkat çekmek suretiyle ortak yaşamın tesisi için demokrasi ve hukuk alanında düzenlemeler yapılmasına zemin sağlamak üzere silahlı mücadeleyi sonlandırdıklarını vurgulamaları önemlidir. Zira silahların susması, iktidarın elinden terör silahını alan önemli bir gelişmedir. Unutulmamalıdır ki, demokrasi ile barış ikiz kardeştir! Biri yoksa diğeri de olmaz!  

 

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.