Partisinin Sivas’taki programına katılan İYİ Parti Genel Başkanı Meral Akşener, burada Sinan Ateş suikastıyla ilgili yaptığı konuşmada, "Geçmişte siyasi cinayetlere şahit olduk ama mertçeydi." dedi. Açıklamasının tepki çekmesi üzerine bu sefer de Samsun’da yaptığı konuşmada, "1970'li yılları kastettim." açıklaması yaparak birinci açıklamasının gayet bilinçlice söylediğini kanıtlamış oldu. Böylece Türkiye Cumhuriyeti yurttaşları, cinayet işlemenin mertçe işleneni ve namertçe işleneni olmak üzere iki türünün olduğunu öğrenmiş oldular. Yani Akşener, cinayetin mertçe işlenenini literatüre kazandırmış oldu. Tabii sadece literatüre kazandırmış olmadı, bu ülkede yakınlarını siyasi cinayetlerde kaybetmiş olan insanların yaralarını kanattı.
Peki, Meral Hanım neden ikinci açıklamasında "1970’leri kastettim" deme gereği duydu? Elbette kendisini aklamak için. Zira Akşener, bu açıklaması ile on binlerce faili meçhulün işlendiği 1990’lı yılların ikinci yarısında, 1996-1997 yıllarında kısa süreliğine de olsa içişleri bakanlığı yapmış ve kendisinden önceki bakan Mehmet Ağar’ın istifasına yol açan Susurluk kazasının ortalığa saçtığı devlet-polis-mafya ilişkileri hususunda herhangi bir soruşturma yaptırıp, sorumluları yargıya teslim etmemiş bir siyasetçidir. Bu nedenle “mertçe” işlendiğini söylediği cinayetleri, 1970’li yıllarda işlenenlerle sınırlamak suretiyle sorumlu olduğu dönemi gözden kaçırmayı tercih etti.
Diyelim ki Akşener 1970’li yıllarda işlenen cinayetleri mertçe işlenmiş cinayetler olarak görüyor ve birinci açıklamasında onları kastetti. Peki, cinayet işlemenin mertçesi olur mu? Bir insanın sırf kendisi gibi düşünmüyor diye bir başka insanı öldürmesi nasıl mertçe oluyor? Bırakın siyasi düşünce farklılığını insanın hiçbir gerekçe ile insan öldürmemesi gerekmez mi? Genel kabul olarak insanın kendi hayatına kastedilmesi riskine karşı, kendisini korumak üzere bir başkasını öldürmesi (nefsi müdafaa) olağan görülse de, unutmamak gerekir ki insanlar cinayet işlemenin haklı gerekçesi olamayacağı bilincine vardıklarında, hiçbir insanın hayatı tehdit altında olmayacak ve kendisini korumak zorunda kalmayacaktır.
Evet, Meral Akşener’in kasettim dediği 1970’li yıllarda kişilere yönelik bireysel veya karşı tarafa yönelik toplu birçok siyasi cinayet işlendi. Ancak 1970’li yılları kendisinden önceki 1960’lı yıllardan kopararak kendi içinde değerlendirmek, bu cinayetlerin gerçek nedenleri ile işleyenlerin ulaşmak istedikleri amacı açıklamakta yetersiz kalacaktır.
Daha önce yazılarımda birkaç defa değindiğim gibi, eksikleri olmakla birlikte 1960 darbesinin ardından yapılan 1961 Anayasası, dünyayı etkisine almış olan demokrasi ve temel insan haklarının Türkiye’de uygulanmasına yönelik hazırlanmış bir anayasaydı. Bir başka deyişle, 1961 Anayasası bugünkü anayasadan çok daha ileri bir anayasaydı. Anayasanın bu özelliği ile Türkiye’de örgütlenmenin önü açıldı ve Türkiye işçi sınıfının insanca bir düzende yaşama mücadelesi ile öğrenci gençliğin, “Yaşasın Tam Bağımsız Türkiye!” sloganı ile yükselttiği emperyalizm karşıtı mücadele yükseldi. Kuşkusuz bu yükseliş ülkeyi yönetenler ile sermayenin uykularını kaçırıyordu. Elbette uykusu kaçanlar sadece ülke içindeki erk sahipleri değildi. ABD ile başını çektiği Kuzey Atlantik Paktı NATO’da durumdan rahatsızdılar.
Özellikle DİSK’in çağrısıyla, 15-16 Haziran 1970 tarihlerinde gerçekleşen büyük işçi direnişi Türkiye’de ciddi bir uyanışın işaretiydi. Bu uyanış, ülke içindeki egemenler ile onların iş birliği yaptığı emperyalizmi harekete geçirdi. Nitekim zamanın Başbakanı Adalet Partisi genel başkanı Süleyman Demirel, birçok açıklamasında, "1961 Anayasası Türkiye toplumuna geniş geldi ve insanımız içinde oynamaya başladı." demek suretiyle bu kesimlerin anayasadan duydukları rahatsızlığı dilendiriyordu. Maalesef bu rahatsızlık,12 Mart 1971 tarihinde ordu üst kademesinin muhtıra vermesine yol açtı. Muhtıra, hükümete yönelik verilmiş görünse de sonrasında yaşananlar asıl hedefin 68 gençlik hareketi ile yükselmekte olan işçi sınıfı mücadelesini bastırmak olduğunu gösteriyordu. Tüm bunlar, 1970’li boyunca cinayetler ile toplu katliamların peş peşe gelmesine yol açtı. Sürecin ilk cinayeti ise 23 Eylül 1969 tarihinde devrimci gençlik hareketinin önderlerinden Taylan Özgür’ün katledilmesi oldu.
12 Mart 1971 darbesinden sonra sıkıyönetim ilan edilmesiyle birlikte, ülkede sürek avı başladı ve devrimci gençlik önderleri Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan. Hüseyin İnan idam edilirken, İbrahim Kaypakkaya işkencede, Mahir Çayan ile arkadaşları Kızıldere'de sığındıkları evde, diğer öğrenci gençlik önderleri ise sokak ortalarında veya sığındıkları kırsalda katledildiler. Halbuki istense bu gençler birkaç yıl ceza yattıktan sonra hayatlarına devam edebilirlerdi.
12 Mart Darbesi sonrasında ülkede derinleşen kaos ve kargaşa, 1973 yılı sonrasında ekonomik krize paralel devam etti ve pusuya düşürülen birçok insan hayatını kaybetti. 1977 yılından itibaren kişilere yönelik suikastların yanı sıra toplu katliamlar da hız kazandı.
1 Mayıs 1977 tarihinde DİSK’in öncülüğünde, “1 Mayıs İşçi Sınıfının Uluslararası Birlik, Mücadele ve Dayanışma Günü” kutlamaları için İstanbul 1 Mayıs (Taksim) alanında toplanan 500 bin kişinin üzerine, alana hakim değişik noktalardan ateş açılması sonucu 36 emekçi hayatını kaybetti.
Erzurum Atatürk Üniversitesi Kimya Bölümü başkanı Doç. Dr. Orhan Yavuz, 15 Haziran 1977 tarihinde üniversitenin fidanlığında bıçaklanarak katledildi.
16 Mart 1978 günü, İstanbul Üniversitesi Eczacılık Fakültesinden toplu halde çıkan solcu öğrencilerin üzerine bombalar atılarak ateş açılması sonucu 7 öğrenci hayatını kaybederken, 41 öğrenci yaralandı.
Ankara'da Cumhuriyet Savcı Yardımcısı Doğan Öz, devletin içindeki kontrgerilla yapılanmasını araştırırken, 24 Mart 1978 sabahı işe gitmek üzere evinden çıkıp arabasına bindiği sırada Ülkücü İbrahim Çiftçi tarafından katledildi.
Prof. Dr. Server Tanilli, 7 Nisan 1978 tarihinde uğradığı silahlı saldırı sonucu ağır yaralandı ve hayatının bundan sonraki yıllarını tekerlekli sandalyede yaşayarak 2011 yılında vefat etti.
Malatya Belediye Başkanı Hamit Fendoğlu, evine gönderilen bombalı paketin infilak etmesi sonucu gelini ve iki torunuyla birlikte öldü. Bunun üzerine 17 Nisan 1978 tarihinde kentte sol siyasi partiler ile demokratik kitle örgütlerinin yanı sıra, alevi ve solcu yurttaşlara ait işyerlerine yönelik saldırılar başladı. 3 gün süren olaylarda 8 kişi hayatını kaybederken 100’den fazla kişi yaralandı.
Bahçelievler Katliamı: 8 Ekim 1978 günü Ankara'nın Bahçelievler semtinde, Türkiye İşçi Partisi üyesi 7 genç kaldıkları evi basan ülkücüler tarafından katledildi.
Akademisyen Bedrettin Cömert, 11 Temmuz 1978 günü sabah eşiyle birlikte, Ankara’nın Gaziosmanpaşa semtinde bulunan evinden arabasıyla Hacettepe Üniversitesindeki işine giderken, arabasının önünü kesenlerin açtığı çapraz ateşle katledildi, eşi ise ağır yaralandı.
Prof. Dr. Bedri Karafakıoğlu, 20 Ekim 1978 İstanbul Ataköy’deki evinden çıkıp Bakırköy Gençler Caddesi’nde bulunan otobüs durağına yürürken tutulmuş bir tetikçi tarafından arkasından kurşunlanarak katledildi.
Maraş Katliamı: Maraş’ta yaşayan Aleviler ile solcuları hedef alan katliam, 19 Aralık 1978 günü başlayıp 26 Aralık 1978 tarihine kadar 7 gün sürdü. Ülkücüler ile devletin içindeki örgütlü yapıların iş birliği ile gerçekleşen katliamda 120 kişi vahşi yöntemler kullanılarak öldürüldü, binin üzerinde insan yaralandı, 552 ev yakılarak tahrip edildi, 289 işyeri yağmalandı. Bu katliamda, şehirdeki kolluk kuvvetlerinin herhangi bir müdahalede bulunmamaları olayların planlı olduğunun kanıtıydı.
Abdi İpekçi suikastı: Milliyet gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Abdi İpekçi, 1 Şubat 1979'da suikastçı Mehmet Ali Ağca tarafından öldürüldü.
Aydınlanma ve gelişme sürecindeki Türkiye’nin en parlak isimlerinden birisi olan gazeteci, yazar ve sosyolog Cavit Orhan Tütengil, 7 Aralık 1979 tarihinde, İstanbul’da bulunan evinden ders verdiği üniversiteye gitmek üzere çıkarken uğradığı silahlı saldırı sonucu katledildi.
Çorum Katliamı: 1980 yılının Mayıs ve Temmuz aylarında siyasi ve dini kışkırtmalarla meydana gelen olaylarda, ülkücülerin, Alevi mahallesi olarak bilinen Milönü Mahallesi'ne saldırmaları üzerine, resmi kaynaklara göre çoğu Alevi 57 yurttaş hayatını kaybederken, yüzlercesi de yaralandı.
Türkiye işçi sınıfının unutulmaz lideri, 1960-1980 yılları arası grev ve direnişlerin baş mimarı, 15-16 Haziran büyük işçi direnişinin, DGM direnişinin, faşizme ihtar eylemlerinin ve MESS grevlerinin örgütleyicisi, DİSK’in Kurucu Genel Başkanı, Türkiye Maden-İş Sendikası Genel Başkanı Kemal Türkler, 22 Temmuz 1980 günü sabah evinin önünde pusuya yatmış katillerce katledildi.
Görüldüğü gibi tüm bu cinayet ve katliamlar, Türkiye'de yükselmekte olan toplumsal uyanışın önünü kesmek için derinliklerde planlanmış namertçe işlenmiş cinayetlerdir. Zaten başka türlüsü de olamazdı!