İnsanlık ailesi, bireysel sahiplenmenin değil ortak yaşamın hakim olduğu ilkel komünal sistemden sonraki toplum sistemlerinde, özellikle yazının icadından itibaren, ortak yaşamı düzenleyen kurallar belirleme ihtiyacı hissetti ve bunları yazılı belgeler haline getirdi. Bunlar toplum sözleşmesi de denen anayasa ile onun ruhuna uygun düzenlenen yasalardır.
Öte yandan insanlık, başta toplumsal sözleşme ile onun ruhuna uygun düzenlenmiş olan kuralların uygulanması ve ortak yaşamın güven içinde devamını sağlamak üzere yönetime ihtiyaç duymaya başladı. Komünal toplumdan sonra gelen köleci ve feodal toplum sistemlerinde genelde bir dereceye kadar kutsallık atfedilen bey, kral, imparator gibi soya devreden yönetim şekli hakimdi. Sanayinin gelişmesiyle birlikte çağımızın toplum sistemi kapitalizm ortaya çıktı. Kapitalizmde ulusal devletleri yönetenler seçimle gelmektedir. Adına burjuva demokrasisi denen bu sitemin bir diğer adı, halkın kendi kendisini yönetim şekli olan cumhuriyettir.
Elbette burjuva demokrasisinin yönetim şekli tek tip değildir. Zira her ne kadar seçim yapılıyor olsa da gücün merkezde hatta kişide toplandığı başkanlık, yarı başkanlık veya güçlü parlamentoda olduğu değişik biçimleri vardır. Maalesef halkın kendi kendisini yönettiği, üzerine basa basa anlatılan bu yönetim biçimlerinin hiçbirisinde halk özne değildir. Zira halkın kararlara doğrudan katılımını sağlayan mekanizmalar geliştirilmemiştir. Böylece gerçek bir demokraside olması gereken şekliyle yaşam alanlarının yapılanmasında ve sorunlarının giderilmesinde halkın katılımına dayanan güçlü yerel mekanizmalar yoktur. Kısacası halk gerçek bir özne değil, sadece belirli periyotlarla önüne getirilen seçim sandığına oy atan kalabalıktır. Çünkü kapitalist sistem veya ülkeyi yöneten iktidar, kendisini koruma refleksi ile seçime girecek siyasi organizasyonlar (parti) ile adayları belirleme yetkisini elinde tutar. Bunun aracı ise genelde yargıdır. Daha açık bir ifade ile adı demokrasi de olsa, kapitalist sistem ile ülkeyi yöneten zihniyetin kendilerini koruma refleksiyle koydukları sınırın dışında kalanların aday olmaları ve seçilmeleri mutlak suretle engellenir.
Kuşkusuz halkın gerçek temsilcilerinin seçilmelerinin engellenmesi, siyasetin her ne koşulda olursa olsun devleti kutsayan siyasi yapıların hegemonyasında olmasını getirmektedir. Bu nedenle halkla devlet arasında aşılamayan duvarlar vardır.
Yukarıda belirttiğim gibi, engellemeler kapitalist sistemin kendisini korumak üzere koydukları ile ulusal sınırlar içinde devlet ideolojisini temsil eden görünen veya görünmeyen iktidar odaklarının koydukları olmak üzere iki kategoriye ayrılırlar. İkinci kategoriye girenleri ise bir görünen iktidarın sistem içi muhaliflerine koyduğu diğeri ise görünmeyen (derin devletin) iktidarın koyduğu olmak üzere iki alt kategoride değerlendirmek gerekir.
Açarsak: Birincisi; burjuvazinin hakim olduğu kapitalist sistemin alternatifi, işçi sınıfı iktidarını savunan sosyalist hatta komünist partiler ile sosyalist ideolojiyi savunan bireylerin mümkün olduğunca engellenmesidir. Özellikle Türkiye gibi, global sermayenin ucuz işgücü pazarı olarak kullandığı, sıcak para akışının kontrolsüz olduğu, devletin yüksek faiz karşılığı borçlandığı ulusal devletlerin yönetimleri, toplumun din ve etnik kökene dayalı değer yargılarını kullanmakta ve işçi sınıfı ideolojisini savunan sosyalistler ile komünistleri, din, vatan, bayrak ve millet düşmanı olarak yaftalamaktadır.
Yukarıda belirttiğim gibi ikincisi; sistem içi siyasi rekabette günün görünen iktidarının kendisi gibi sistem içi muhalif siyasi yapılar ile bireylere çıkardığı engeller ve yönelttiği suçlamalardır. Burada esas üzerinde durulması gereken devlet-parti ilişkisidir. Zira son yıllarda, Türkiye’de olduğu üzere kendisini devletin yerine koyan ve devlet benim diyen iktidar, devleti koruma gerekçesi ile kendisine yönelik eleştirileri devlete karşı kalkışma olarak gösteriyor ve muhalefeti baskı altına alıyor. İktidarın bunun için devletin güvenlik ve adli birimlerini muhalefete karşı kullanması görünen iktidarın demokrasi dışı engelleme girişimidir. Öte yandan pratikte görünmeyen esas iktidar devletin temel politikalarının belirleyicisidir. Devleti oturttuğu zemini sağlam tutma adına toplumu kontrol altında tutmayı hedefler ve bunun için tedbirler geliştirip açık ve gizli birimler oluşturur.
Gerek görünen gerekse görünmeyen iktidar odaklarının engellemelerinden dolayı, burjuva demokrasisi gerçek bir demokrasi olmaktan uzaktır. Özellikle Türkiye gibi ülkelerde halkın özne olmaması, yönetimin şeffaf olmasını engelliyor. Zira halk adına görev yapacak denetim mekanizmaları işlevsizleşir. Dolayısıyla yönetim hesap vermiyor. Halbuki halkın gerçek anlamda temsili, onun katılımını esas alan yerel ve merkezi yönetimlerin bizzat halk tarafından veya onun adına görev yapacak yerel ve genel meclis ile yargı organları tarafından denetlendiği şeffaf, hesap veren yönetim anlayışının hakim olması ile mümkündür.
Daha önce de yazılarımda belirttim; Türkiye Cumhuriyeti Devleti, ilk çok partili seçimin yapıldığı 1946 yılından günümüze 79 yıldır demokratik parlamenter sistemi kurumsallaştırmaya çalışan bir ülke olmasına rağmen, bu alanda yeterli olgunluğa ulaşamamış ve gerçek demokrasiyi hayata geçirememiştir. Kuşkusuz bu durum, yurttaşların toplumsal sözleşme ile kendilerine tanınmış temel hak ve özgürlükleri kullanmalarını engelliyor.
Evet, kapitalist sistem ve onun süslü laflarla günümüz insanına genelde kabul ettirdiği burjuva demokrasisi, çağımız insanının ihtiyacına cevap vermiyor. Zira gelişen teknoloji, insanların daha fazla özgürlük ve daha insanca bir yaşamı talep etmesini sağlıyor. Kuşku yok ki, günümüz dijital olanaklarının sağladığı haberleşme ve etkileşim buna ulaşmak için olanaklar sunuyor. Ancak insanlık bu olanağı kullanacak örgütlenmeye sahip değil. Sanıyorum bunun temel nedeni öndelik eksikliğidir. Zira tarihe baktığımızda, özellikle 1800’lü yılların ikinci yarısından itibaren 1980’li yıllara kadar, sınıf mücadelesinin daha keskin ve sonuç alıcı olduğunu görüyoruz.
Yazının girişinde belirttiğim gibi, insanlık ailesi tarih sahnesine çıkışından itibaren hayatı kolaylaştırmak için sürekli arayış içinde oldu. Bu arayışta buluşlar yaptı ve hayatını idame ettirmenin olanaklarına sahip olmaya çalıştı. Toplu yaşama geçti ve toplumun güven içinde bir arada yaşaması için toplumsal sözleşmeyi yürürlüğe koydu. Ancak kabul etmek gerekir ki, toplumun geneli ile devlet birimlerinin toplumsal sözleşmeye uymalarını sağlamakla yükümlü yürütmenin kendisinin toplumsal sözleşmeye uymadığı durumlarda sıkıntılar yaşandı.
Maalesef yaşadığımız ülke Türkiye, yürütmenin kendisinin toplumsal sözleşmeye uymadığı bir ülkedir. Kaldı ki Türkiye, defolu burjuva demokrasisi sık sık darbelerle kesintiye uğradığı bir ülkedir. Asıl garip olan, darbe yaparak anayasayı yürürlükten kaldıranların kendilerinin her seferinde, darbenin gerekçesini anayasayı korumak olarak açıklamalarıydı. Yani bu ülkede anayasayı korumak için darbe yaptıklarını ileri sürenlerin yaptıkları ilk iş anayasayı askıya almak oldu.
Türkiye son günlerde birkez daha kendisini yeni bir anayasa yapılması tartışmasının içinde buldu. Zira PKK’nın silah bırakma ve kendisini feshetme kararını açıklamasından sonra, gözler yeni bir toplumsal sözleşmenin yapılıp yapılmayacağına çevrilmiş durumda. Nitekim 23 yıldır ülkeyi yöneten devletin kurumsal yapısına hakim olmak üzere, Anayasada birkaç defa değişiklik yapmış olan AKP Genel Başkanı Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan muhalefete, “Gelin yeni ve demokratik bir Anayasa yapalım Türkiye’yi 12 Eylül darbe Anayasası ile yönetilme ayıbından kurtaralım” çağrısında bulundu. Erdoğan bu çağrıyı yapmış olsa da önceki anayasa değişikliklerinde muhalefeti yok sayarak, devlet kurumlarını ele geçirmek üzere değişiklikler yapması, özellikle 2017 yılında yapılan değişiklikle tek adam yönetimini getirmiş olması, muhalefetin bu çağrıya kuşkuyla bakmasına yol açıyor. Zira muhalefet haklı olarak, iktidar blokunun, barış sürecini tek adam yönetimini tahkim etmek ve Erdoğan’ın bir kez daha aday olmasının önünü açmak için kullanmak istediğini düşünüyor.
İktidar bloku ile Erdoğan, yeni bir anayasa yapılması ihtiyacını istedikleri değişiklikleri hayata geçirmek için kullanmak istiyor olabilirler. Ancak kabul etmek gerekir ki, bu ülkenin daha demokratik, eşit yurttaşlık esasına dayanan, katılımcı, demokratik hak ve özgürlüklerin kullanımının güvence altına alındığı yeni bir anayasaya ihtiyacı var. Ancak mevcut iktidar bloku böyle bir anayasa yapacak güveni vermiyor. Hele hele darbe ürünü dediği Anayasada bulunan temel hak ve özgürlükleri bile kullandırmayan bir iktidarla, daha demokratik bir anayasa yapılacağını düşünmek fazla iyimserliktir. Daha doğru bir ifade ile söylersem; yönetenlerin anayasaya uymadığı ülkenin acil ihtiyacı yeni bir anayasa değil, anayasaya uyacak yönetimdir!