Veli Beysülen

Tarih: 21.08.2025 00:17

Türkiyeli Olamamak...

Facebook Twitter Linked-in

Türkiye Cumhuriyetinin, 102 yıllık tarihinde demokratik gelişmesini tamamlayamamış olmasında iki önemli etken belirleyici olmuştur. Bunlar; farklılıkları reddeden tekçi zihniyet ile sermaye hakimiyetine dayanan kapitalist sistemin, burjuva cumhuriyetini esas alan yapılanma çabasıdır. Her iki bakış açısı da devletin resmi ideolojisinin dışına çıkan, eşitlik taleplerini görmezden geldi ve kendi belirlediği sınırları aşanları şiddetle cezalandırdı.

Cumhuriyetin ilk yıllarında, etnisiteye dayanan devlet ideolojisi, çok partili siyasi hayata geçilmesi ve 1950 seçimlerinde Demokrat Partinin iltidar olmasıyla, gelişmekte olan sanayiye paralel olarak,  varlığını hissettirmeye başlayan sınıflar arası çatışma da sermayenin yanında yer aldı ve sosyalist sola yönelik baskı politikasını devreye soktu. Bu iki yönlü, baskı politikası, demokrasinin kısmen uygulandığı dönemlerde, devlet ideolojisinin dışına çıkan siyasi anlayışları bastırmakta zorlandığında ise darbeleri devreye soktu.

Öte yandan tekçi zihniyetin baskısını sürekli üstünde hisseden merkez siyaset, gerek dili gerekse uygulamaları ile toplumu devletin bu etnik ve sınıfsal tercihini benimsemek zorunda bıraktı. Zira devletin inkara dayalı tekçi zihniyetini reddetmek en ağır cezaları göze almak demekti. Kuşku yok ki, bu baskıcı yönetim anlayışı ile muasır medeniyete ulaşmayı ve çağdaş dünyaya entegre olmayı hedeflediğini iddia eden Türkiye, belirlediği hedefe ulaşmanın yolunu bizzat kendisi kapatmış oldu. Zira toplumu belirlenen hedefe taşıyacak farklı düşüncelerin üretilmesi, yazılı ve sözlü olarak topluma aktarılması engellendi. Böylece toplumun farklı düşünceleri harmanlayarak doğruya ulaşmasının önü kesilmiş oldu. Aksine toplum, yukarıdan kendisine enjekte edileni kabul etmek zorunda bırakıldı. Bir başka deyişle farklıya kapalı, tek düze düşünceye mahkum edilen ülkenin düşünce dünyası kısırlaştırıldı. Maalesef bu kısırlaştırma nedeniyle, ülke sürekli gerginliğin kutuplaşmanın ve nihayetinde çatışmanın cenderesinde oldu. Kuşkusuz ülkeyi yönetmeye talip olan merkez siyaset, bu çatışmalı ortamı, sürekli kullandı ve farklı parti isimleri ile kendisini yeniden üreterek, iktidarını sürdürdü.  

Sistemin bu iflah olmaz ayrıştırma, ötekileştirme ve yok sayma politikası, toplumu belli kalıplara hapsetti. Kendisine üstünlük atfedilen kimlik mensuplarının kendilerine hak gördüklerini, diğer kimliklere mensup insanlara tanınmasını tehdit olarak görmelerine yolaçtı. Burada merkez siyasetin toplumun hassasiyetleri dediği, toplumun kendisine üstünlük atfedilen, etnik ve dini çoğunluğunun, ötekini kabul etmemesi veya benim gibi olacaksın dayatmasında bulunması siyaseti belirler hale geldi. Maalesef bu durum, genelde sorunlara eğilmeği ve çözüm ütetmeyi engelledi.

Elbette Fifarklılıkları reddeden bu politika ve onun sonucu olan çatışma, ülkeye çok büyük zararlar verdi. Nitekim 40 yılı aşkın süredir devam eden çatışma, bu ülkenin onbinlerce insanının ölmesine, ülke insanının refahı için kullanılacak milyarlarca lira kaynağın heder olmasına yol açtı.

PKK’in kendisini feshetme ve silah bırakma kararı gerçek bir demokrasinin kurumsallaşmasının sağlanmasında  önemli bir fırsat sunuyor olsada, AKP-MHP koalisyonunun, genelde muhalefete özel de ise abamuhalefet partisi Cumhuriyet Halk Partisine (CHP) yönelik baskı politikaları ile demokrasi konusunda “bir adım ileri, iki adım geri” atma stratejisi bu fırsatın kaçırılacağı endişelerine yol açıyor.

Öte yandan iktidar blokunun süreci ısrarla "Terörsüz Türkiye" diye tanımlaması ve güvenlikçi politikaların hakimiyetine vurgu yapması, demokrasi, insan hakları, evrensel hukukun üstünlüğü, eşit yurttaşlık, dil ve kültür haklarının tanınması konularında sıkıntılara yol açabilcek bir yaklaşımdır. Kısacası iktidar bloku, başlamış olan sürecin, şiddeti devre dışı bırakan, demokratik sürece evrilmesini sağlayacak adımları atmaktan imtina ediyor. Zira süreci, kendi iktidarının devamı için kullanmayı hedefliyor. Bu nedenle, yukarıda belirttiğim tekçi anlayışla ülkenin etnik, dini ve mezhepsel aidiyetlerini tek millet, tek din ve tek mezhep potasında eritmeye çalışıyor. Unutulmamalıdır ki, demokrasi, eşit yurttaşlık ve temel insan hakları anayasal güvenceye alınmadan, anadilde eğitim hakkı güvenceye alınmadan, şovenizmi körükleyen tekçi milliyetçilik ürünü anti-demokratik kanunlar ortadan kaldırılıp, ayrıştırıcı nefret dili terk edilmeden ülke gerçek bir barışa ulaşamayacaktır.

2018 yılında geçilen, tek adama dayalı Türkiye'nin mevcut yönetim şekli, Dinî muhafazakar demokrasi rejimini esas alan, anayasanın 2. Maddesinde yer alan demokratik, laik, sosyal hukuk devleti niteliklerden uzaklaştırılmış, temel hak ve özgürlükleri, bağımsız tarafsız yargıyı devre dışı bırakan, çok kazanandan çok az kazanandan az vergi alınması ilkesinin  rafa kaldırıldığı Neoliberal ekonomik modele dair düzenlemelerle donatılmış, yerine göre Anayasanın bile uygulanmadığı yönetim şeklidir.

Elbette bu yönetim şekline geçiş, dünyada ki gelişmelerden ve özellikle Türkiye'nin dahil olduğu, Ortadoğu coğrafyası üzerinde süren hakimiyet savaşından bağımsız okunamaz. Zira dünya genelinde otoriter yönetim şekli, kendisini gün geçtikçe daha çok hissettiriyor. Daha açık bir ifade ile ikinci emperyalist paylaşım savaşının ardından, dünya da esen demokrasi ve insan hakları rüzgarı, soğuk savaş döneminin kapandığı 1990'lı yıllardan sonra tersine esti ve ideolojik alt yapısı olmayan toplumları popülist liderlere yöneltti.

Ortadoğu'da sınırların yeniden çizilmesi projesini hayata geçiren, emperyalist batının buna direnen ülke yönetimlerini dışarıdan müdahale veya iç savaşla değiştirdiği süreçte, Türkiye'nin güney komşusu Suriye'de işbaşına getirilen, cihatçı Heyeti Tahriri Şam (HTŞ) ile girdiği Kürt karşıtı ilişkinin barışı tehdit ettiği çok açık. IŞID orijinli HTŞ'nin geçmiş bagajı ve yönetime geldikten sonra Suriyeli Alevilere yönelik katliamları ortadayken, iç savaşın başladığı 2011 yılından bugüne Kürt nüfusun yoğunlukta olduğu, Kuzey ve Doğu Suriye'de (ROJAVA) ortaya çıkmış olan Suriye Demokratik Güçlerine (SDG) yönelik dışlayıcı politikası Türkiye'de devam eden süreci zora sokan politikadır. Ankara'da TBMM'de kurulan Milli Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu toplantılarının sürdüğü günlerde, Suriye Dışişleri Bakanı ile görüşen Dışişleri Bakanı Hakan Fidan'ın, SDG'yi hedef alan açıklamaları süreci zehirler niteliktedir. Zira SDG'nin, Dürzilerin ve Alevilerin talebi Ademi Merkeziyetçi yereli güçlü, demokratik bir Suriye'nin kurulmasıdır. Suriye de geçmişte yaşananlardan dolayı bu talep haklı ve meşru taleptir. Bunu yok sayarak, Suriye halklarının kendi geleceklerine karar vermek gibi, haklı taleplerine dışardan müdahale etmek doğru bir yaklaşım değildir.

Kuşkusuz bunun yanı sıra Türkiye'de devletin ötekileştirmeye dayanan temel politikası ile siyasi iktidarların on yıllardır kullandığı dışlayıcı, devlet politikalarına ters düşen kurum, parti ve kişilere yönelik düşmanlaştırıcı dil Türkiye'yi otoriter yönetime götüren sürecin kilo metre taşlarını döşedi. Bu nedenle, toplumun önemli bir kısmı, Kürt sorununun demokratik çözümüne kuşkuyla yaklaşmaktadır.

Son zamanlarda ülke de en entellektüelinden, en muhafazakarına geniş bir yelpazede yeralan insanların, kullandıkları dil buna dair önemli ipuçları veriyor. Örneğin; Fenerbahçe spor kulübü ile sponsorluk anlaşması imzalayan, ABD menşeeli Chobani yoğurtlarının sahibi Kürt iş insanı, Hamdi Ulukaya'nın imza töreninde kullandığı, "Türkiyeliler" sözü etrafında süren, tartışmalar bunun kanıtıdır. Bu tartışma, "Türkiyeli değilim, Türküm" diyen, Türkiye Cumhuriyetinin Türk kökenli yurttaşlarının en azından bir kısmının, devletin isminin kendi kimliklerine dayandığı bilincinde olmadıkları veya sırf bir Kürt söyledi diye Türkiyeli olma gerçeğini reddettiklerini  gözler önüne seriyor.

Evet, barış, varoluşun, birlikte yaşamın olmazsa olmazıdır. Bu nedenle, gelinen aşamada Anadolu coğrafyasında yaşayan iki kadim halkın, eşit ve ortak yaşam iradesini ortaya koymaları ile sağlanabilecektir. Zira bu ülkede yaşanan tüm melanetlerin temelinde barışın yokluğu yatmaktadır. Unutulmalıdır ki barışın olmadığı yerde adalet olmaz, hakikatler söylenmez ve  halklar birbirine el uzatmaz. Kısacası yan yana yaşayan ve aynı kaderi paylaşan insanlar birbirine yabancılaşır.

Kuşkusuz artık mesele yalnızca bir çatışmanın sona ermesinin ötesinde, iki halkın, Kürtler ile Türklerin hatta diğer azınlıkların, aynı topraklar üzerinde eşit yurttaşlar olarak, birbirlerinin varlığını kabullendikleri ve gerektiğinde birinin diğerinin sesi olduğu, acısını, sevincini ve umudunu paylaştığı bir birlikteliğe karar vermesi meselesidir.  

Yukarıda belirttim iktidar bloku ve başında bulunan Erdoğan, süreci iktidarının devamı için kullanmak istiyor olabilirler. Ancak barış, bireysel emeller ile siyasi hedeflerin mezesi edilemeyecek kadar değerlidir. Kuşku yok ki başta Erdoğan, iktidar Blokunun hedefi   CHP’yi denklemin dışında tutmaktı. Zira süreç Başarıyla sonuçlanırda barış sağlanırsa bunu kendi hanesine başarı olarak yazacak, başarısız olunması durumunda ise fatura masaya oturmayan CHP"ye kesilecekti. Ancak bu beklenti gerçekleşmedi vw CHP masaya oturdu. Artık hedef masaya oturan CHP'yi masadan kalkmaya zorlamak!

Öte yandan Türkiye solunun meseleye yaklaşımında sıkıntılar var. Halbuki enternasyonal sosyalist perspektif, Türkiye gibi çok kimlikli ve çok dilli bir coğrafyada halkların özgürlük taleplerini tanımayı ve sahiplenmeyi esas almalıdır. Ancak bu gerçeklik Türkiye solundaki zihin bulanıklığının önüne geçemiyor. Özellikle AKP iktidarının ustaca kullandığı  “Terör”, "bölücülük" gibi söylemler yaratılan baskı sosyalist yapıların Kürt hareketine dair açık bir dayanışma sergilemelerini zorlaştırsa da sistemin baskısı gerçekliğe sırt çevirmenin gerekçesi olamaz! 


Orjinal Köşe Yazısına Git
— KÖŞE YAZISI SONU —